“Zaman, müttefikimiz değil, bizim yargıcımız. Şu an zâten
cezamızın erteleme sürecini yaşıyoruz.” Diye başlıyor kitabına Amin MAALOUF ve
başlıyor tarihi olaylarla Dünya’nın çivisinin nasıl çıktığını anlatmaya….
Kitabın 1. Bölümü
Aldatıcı Zaferlerde Berlin Duvarının yıkılmasıyla yeşeren umutlarımıza gönderme
yapıyor. Ve daha sonra dünyanın coğrafyalarına göre mevcut durumu anlatıyor.
“Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla dünyada bir umut rüzgârı
esmişti. Batı ile Sovyetler Birliği arasındaki gerginliğin sona ermesi, yaklaşık kırk yıldır insanlığı tehdit eden bir
nükleer felâket tehlikesini ortadan kaldırmıştı; inanıyorduk ki, bundan böyle demokrasi yavaş yavaş
yaygınlaşacak, en sonunda da bütün dünyaya yayılacak;
Yerkürenin çeşitli ülkeleri arasındaki duvarlar kalkacak ve insanların,
malların, imgelerin ve düşüncelerin dolaşımı engellerle karşılaşmaksızın
gelişebilecek, böylece bir gelişme ve refah çağı başlayacaktı.”
Kitap tarafsız değil
sağlam eleştiriler içeriyor. Bütün coğrafyalar bu eleştirilerden payını alıyor.
“Bugün Arap aleminde eleştirdiğim şey, ondaki mânevî
bilincin eksikliği; Batı’da eleştirdiğim şeyse, mânevî bilincini bir egemenlik
aracına dönüştürme eğilimidir. Bunlar çok ağır suçlamalar, üstelik bana iki kat
daha fazla acı veriyor; ama bağıra bağıra geliyorum diyen gerilemenin
kökenlerine karşı savaş açma iddiasındaki bir kitapta bunlara değinmeden
edemem.”
Eleştiride bulunurken
bir taraftan da insanlığı sorgulatan sorularda da bulunuyor.
“Peygamber’in şu sözü bilinir: “İnsanların en iyisi, insanlara
en çok yararı dokunandır”; bugün bireylerin, liderlerin, halkların kendi
içlerinde sorgulamaları gereken güçlü bir söz bu: Başkalarına ve kendimize ne
getirmekteyiz? “İnsanlara nasıl yarar” sağlıyoruz? Dinde yeri olmayan
aykırılıkların en büyüğü, intihara götüren umutsuzluktan başka kılavuzumuz var
mı?”
Yazar tarafsız hiç
değil endişeleri soruları eleştirileri ile konuşma havasında içini döküyor.
Kaygılarını anlattığı satırlarda pek de haksız sayılmaz.
“Çin’deki, Hindistan’daki, Rusya’daki, Brezilya’daki orta
sınıfların, bütün dünyada olduğu gibi, baş döndürücü bir biçimde büyümesi,
dünyanın şu anki işleyişiyle pek de ayak uyduramayacağı bir gerçeklik. Yakında
üç ya da dört milyar insan, kişi başına, Avrupalılar ya da Japonlar
kadar-Amerikalılardan söz etmiyorum bile-tüketime başlarsa, doğal olarak hem
ekolojik hem de ekonomik alanda büyük kargaşalar yaşanacaktır. Bunun uzak bir
gelecek değil, çok yakın bir gelecek, hâttâ neredeyse şimdi olduğunu söylememe
gerek var mı?”
Diğer taraftan ABD ve
Irak arasındaki can alıcı noktalara değiniyor ve şu cümle ile açık dimağları
düşünmeye sevk ediyor.
Çocuk kendisini evlât edinen bir anne ile üvey anne arasındaki
farkı bilir. Halklar da kurtarıcılar ile işgalciler arasındaki farkı bilir.
Kitap çok sert ekleştiriler yapıyor.
“Batı’nın yüzyıllardan beri, dün olduğu gibi bugün de içinde
bulunduğu dram, dünyayı uygarlaştırma arzusu ile ona egemen olma isteği-iki
uzlaşmaz dilek-arasında sürekli bocalamasından kaynaklandı. Her yerde en soylu
ilkeleri dile getirirken, o ilkeleri, ele geçirdiği topraklarda uygulamaktan
titizlikle sakındı. Arap alemi bugün, elli yıl önce, yüzyıl önce, hâttâ bin yıl
önce hoş gördüğü şeyleri hoş göremiyor. Batı’daysa
barbarlık hoşgörüsüzlükten ve karanlıkçılıktan kaynaklanmıyor; oradaki barbarlığın
nedeni kibir ve duyarsızlık. Amerikan ordusu Antik Mezopotamya’da lale
tarlasındaki suaygırı gibi yuvarlanıyor. Özgürlük, demokrasi, meşru müdafaa ve
insan hakları adına, insanlar hırpalanıyor, dayak yiyor, öldürülüyor. Terörizme karşı mücadele vermek isteniyordu ama
terörizm hiç bu kadar azmamıştı”
Bugün insanlığın geldiği noktada,” Otuz yıl boyunca sürekli olarak
savunulan inançlar şimdi artık sallantıda, her şey kökünden tartışılıyor;
siyasal, toplumsal ya da ekonomik alanları derinlemesine etkileyecek ve
kuşkusuz yalnızca bunlarla da kalmayacak bir durum bu. Gerçekten de büyük bir
mali kriz, ona eşlik eden güven krizi, ona neden olan tutumlar, değerler
ölçeğindeki dengesizlik, liderlerin, şirketlerin, kurumların ve onları
denetledikleri varsayılanların mânevî inandırıcılıklarını yitirmesi, eleştirilmeden
nasıl çözülebilir ki?” eleştiri
yapmasının nedenini açıklıyor. Amin bu bölümü insanlığın iktidar ve onun meşruiyeti sorunuyla nasıl karşı
karşıya kaldığını özetliyor.
2.
Bölüm Yoldan Çıkmış Meşruiyetler kısmında ise Gazi Mustafa Kemal Paşadan
övgüyle bahsederken onun peşinden giden tarihsel kişiliklere de atıflarda
bulunuyor.
3.
Bölüm Hayali Gerçeklikler “Değerler”
içi boşaltılmış bir sözcüktür ve değişkendir diye başlıyor. Ve yine kendine
öneri ile devam ediyor. “Ülkelerimizde, kentlerimizde, mahallelerimizde olduğu gibi
bütün dünyada da iç barışı korumak istiyorsak, insanlar arasındaki
çeşitliliğin, şiddete yol açan gerilimlerden çok, uyumlu bir birlikteliğe
dönmesini arzuluyorsak, “ötekiler”i şöyle böyle, yüzeysel, üstünkörü
biçimde değil, iyice, yakından, hâttâ özel yaşamlarına kadar tanımamız gerek.
Bu da ancak onların kültürlerini öğrenerek olur. Öncelikle de edebiyatlarını.
Bir halkın özel yaşamı, edebiyatıdır. İnsan edilgen kalarak propagandacıların
kendisini yönetmesine izin verirse, siyasetçilerin
isteğine göre galeyana
gelir ya da sakinleşirse, savaş maceralarına sürüklenmeye uysalca boyun eğerse,
bütün haklara sâhip bir yurttaş, sorumlu bir seçmen olamaz.” Bilginin ve bilgili olmanın önemine değinen
bu bölümde, “Bilgisizlikle yetinmek, demokrasiyi yadsımaktır, onu bir hayalete
dönüştürmektir.” Yazar bu bölümde yine din ile ilgili
atıflarda bulunurken diğer taraftan din ile bilgils konusunda öz eleştiri
yapıyor ve kitabı okuyan okuyucun kayıtsız şartsız kitaba inanmasını değil
sorgulamasını öğütlüyor. “Her zaman Müslümanlığın yakınlarında yaşadıysam
da, İslam alemini çok iyi tanımıyorum, İslam bilimci hiç değilim. İslamiyet’in
“asıl ne dediğini öğrenmek isteyenler, bana güvenmesin. Benden bütün dinlerin
dirlik düzenliği öğütlediğini yazmamı beklemek de hata olur, ben şuna inanıyorum:
Dinsel ya da dindışı bütün öğretiler dogmatizmin ve hoşgörüsüzlüğün tohumlarını
taşırlar içlerinde; bâzı kişilerde bu tohumlar açığa çıkar, bazılarındaysa
gizli kalır.”
Din olgusuna değinirken siyasetten de eksik kalmıyor ve Güncel
siyasetin durumunu da şu satırlarında özetliyor,
“Kimlikler,
ideolojilerin pabucunu dana attığından beri toplumlar, siyasal olaylara genelde
dinsel aidiyetleri
uyarınca tepki verir oldular; Rusya yeniden açıkça Ortodoks oldu; Avrupa
birliği
kendini üstü kapalı
biçimde bir Hıristiyan uluslar topluluğu olarak görüyor; aynı savaş naraları
Müslüman ülkelerin
tümünde de çınlıyor.”
Kitap sonlara doğru
dünyanın neden çivisinin çıktığını daha da açıyor.
Bugün tanık olduğumuz
şey, farklı uygarlıkların alacakaranlığıdır, yoksa onların yükselişi ya da
zaferi değil. Miatlarını doldurdular ve hepsini aşmanın vakti geldi artık;
şimdi onların getirilerini zamana uyarlamalı, her birinin yararlarını bütün
dünyaya yaymalı, olası zararlarını da ortadan kaldırmalı; yavaş yavaş temel
değerlerin evrenselliği ve kültürel ifadelerin çeşitliliği gibi iki dokunulmaz
ve birbirinden ayrılmaz ilkeyi temel alacak, ortak bir uygarlık kurabilmek için
böylesi gerekiyor.
Son olarak önerisini
getiriyor. Bu yüzyılda, geleceğe yönelik iki bakış açısından birini seçmemiz
gerekecek.
Bunlardan ilki birbirleriyle
savaşan, birbirlerinden nefret eden, ama küreselleşmenin etkisiyle,
birbirlerini her gün aynı kültürel bulamaçla biraz daha besleyen küresel
kabilelere bölünmüş bir insanlık düşüncesidir.
İkincisiyse,
ortak yazgısının bilincinde olan ve bu yüzden aynı temel değerler çevresinde toplanmış,
ama en çeşitli, en zengin kültürel ifadeleri her zamankinden de fazla geliştirmeyi
sürdüren, bütün dillerini, sanatsal geleneklerini, tekniklerini, duyarlılığını,
belleğini, bilgisini koruyan bir insanlık düşüncesidir.
Dolayısıyla, bir yanda,
birbiriyle çatışma halindeki, ama kültürel açıdan birbirine öykünen ve
birbirine benzeyen birçok “uygarlık”; öte yanda, sayısız çeşitliliğe açılan,
tek bir insan uygarlığı.
Kitap son olarak küresel ısınmaya da değiniyor. Bir sosyal bilimci gözü
ile yazılmış bir kaynak gibi okudum. Zaman zaman katıldım zaman zaman
sorguladım. Kitap beni tatmin etti. Son bölğmden
kısa bir alıntı ile kapatmak istiyorum.
İnsanlara birlikte
yaşamayı öğretmek asla bütünüyle kazanılmayan upuzun bir savaştır. Gün gelecek,
Londra metrosunda, dünyanın en uygar polisinin, tek suçu esmer olmak olan genç
bir Brezilyalı gezgini yere yatırıp kafasına yedi kurşun sıktığı günler gibi
anacağız bu lanetli günleri de.
Medeniyetler
çatışması, Erasmus ile İbn Sina’nın, içki ile başörtüsünün ya da kutsal metinlerin
karşılıklı değerleri üstüne bir tartışma değildir; yabancı düşmanlığına,
ayrımcılığa, etnik hakaretlere ve karşılıklı kıyımlara, yâni insan uygarlığının
mânevî onurunu oluşturan her şeyin aşınmasına yol açan küresel bir
sapkınlıktır.
Böylesi bir ortamın egemen olduğu dünyada, barbarlığa karşı savaş
verdiklerini düşünenler
bile bir de bakarlar ki kendileri barbar olmuşlar.
Terörist şiddet, antiterörist şiddeti doğurur, bu da hıncı besler, adam
toplamaya bakan fanatiklerin işini kolaylaştırır ve gelecekteki saldırıları
hazırlar.
Bu, ezelden beri süregelen yumurta-tavuk hikayesidir ve doğru yanıtı
aramanın artık hiçbir anlamı yoktur; herkes kendi korkularına, önyargılarına,
kökenlerine, belleğindeki yaralara göre yanıt verir bu soruya.
Aslında bu kısırdöngüyü kırmak gerekir; ne var ki, çark işlemeye başladığında,
işin içinden çıkmak güçleşir.
Öfkelerime ve
kaygılarıma karşın, insanlık serüvenine hâlâ hayranım; canı gönülden seviyorum,
kutlu sayıyorum ve meleklerin ya da hayvanların yaşamına hayatta değişmem onu.
Bizler Prometheus’un
çocuklarıyız, yaratıyı devam ettiren emanetçileriz, evreni yeniden
biçimlendirme işine
giriştik ve yukarıda yüce bir Yaradan varsa, onun öfkesini olduğu kadar, övüncünü
de hak ediyoruz.
KAYNAKÇA
Çivisi Çıkmış Dünya / Amin Maalouf-Özgün adı: Le dérèglement du monde
Çeviren: Orçun Türkay/ Yapı Kredi Yayınları – 2914/Edebiyat – 874