16 Nisan 2019 Salı

Portekiz Lizbon Gezi Günlüğü -Bölüm 1





Portekiz’in renkli başkenti Lizbon, hangi mevsimde giderseniz gidin çok güzel ve görülmeye değer bir şehir. Ancak havaların ısındığı yazı hissettiğimiz şu günlerde Lizbon ziyaretçilerine daha keyifli anlar sunuyor. Portekiz’e havayolu ulaşımında birçok alternatif mevcut, ancak yaklaşık 4,5 saat süren bu yolculuğu THY daha konforlu hale getirebilirsiniz. İstanbul’dan Lizbon’a her gün 2 tarifeli seferi bulunuyor.  Dilerseniz, Lizbon’a gidip Porto’dan dönebilirsiniz ya da bizim gibi Porto’ya Oriento Durağından kalkan trenle yaklaşık 2,5 saat yolculukla gidiş dönüş 40 Euro’ya günübirlik yolculuk yapabilirsiniz.  Konaklamamızı, Lizbon’da Orta sınıf insanlarının yaşadığı ve turistik bölgelere ulaşımının da kolay olduğu ALAMEDA bölgesinde TURİM ALAMEDA otelinde gerçekleştirdik. SALDANHA durağı da bu bölgeye yakın ve o bölgede konaklama açısından uygun denilebilir. 
Lizbon’a geri dönecek olursak,  Lizbon birçok özelliği ile İstanbul’a benzer bir şehirİstanbul’a benzer özelliklerinden en önemlisi 7 tepeli bir şehir olması ve her bir tepesinin turistik gezilecek bölgelere ayrılmış olması. Şehri okumaya başlamanın en güzel yolu CHADİO tren durağından başlamak; Bu bölge BAXİA/CHADİO bölgesi aynı zamanda eski şehrin başlangıç bölgesi de sayılabilir ve ünlü Lizbon 15 TRAM tramvayı da bu durağın önünden geçmektedir. 15 TRAM ile dilerseniz kaleye çıkabilir dilerseniz ALFAMA bölgesine giderek bu bölgeyi gezip Fado’nun doğduğu bu semtin tadını çıkarabilirsiniz. Tarihi ve görülmeye değer yerlerin neredeyse tamamına giden bu tramvayla şehri keşfetmek çok keyifli. Fotoğraf çekmeyi seviyorsanız, makinenizi de yanınıza almayı unutmayın. Çünkü Lizbon’da tramvaylarla dolaşırken neredeyse her köşe başında güzel tarihi binalar ve yokuşların sonunda etkileyici manzaralar sizi bekliyor olacakBAXİA/CHADİO bölgesinde Lizbon’un meşhur tatlısı Pastais de Nata’nın yapıldığı birçok tatlı cafebulabilirsiniz ama en tatlısı için sizleri Belem bölgesine alalım. 
Belem Bölgesinin öne çıkan özellikleri Belem Pastanesi(Pasteis de Belém ), Belem Kulesi (Torre de Belem), JoseSaramogo Manastırı ve Kâşifler anıtı bu saydıklarımın hepsi BELEM bölgesinde toplanmıştır ve BELEM bölgesini gezmek için bir tam gün ayrılması yeterli olacaktır. Şimdi BELEM bölgesine nasıl gidebiliriz. Lizbon’da metro ağı ve ulaşım çok konforlu. Belem bölgesine gitmek için Yeşil olan metro ağının son durağı Tagus Nehri kıyısında, Cais do Sodréistasyonunda inip 15 Numaralı nostaljik tramvaya binebilirsiniz. Belèm ve sonrasındaki nehir boyunda, okyanusa kadar gelişmiş olan OeirasEstoril ve Cascais banliyö yerleşimlerine ulaşımın sağlandığıbu istasyonu not alın çünkü daha sonraki günlerde Lizbonluların yazlık bölgesi CASCAİS’e gitmek için bu istasyonu kullanacaksınızBelembölgesinde indiğiniz Jose Saramogo Manastırını gezip, BelemPastanesin(Pasteis de Belém)’de  Pastais de Natayiyebilirsiniz. Pastais de Nata’nın hikâyesi bu Manastır ile bağlantılı1837 yılında Jeronimos Manastırı'ndaki iki rahibenin Manastır'da yapıp beğendikten sonra Pasteis de Belem'i açmasıyla  o yıldan beri bu pastanede yapılan BelemTurtası’nın orjinalini yalnızca bu pastaneden yiyebiliyorsunuz. Çünkü orjinal Pasteis de Belem'in patenti yalnızca Belem'dekipastane de bulunmaktadır. Patenti alan rahipler bunu nesilden nesile torunlarına aktarmışlar. İddialara göre bu tarif Dünya'da yalnızca 5 kişi tarafından bilinmekte ve bu 5 kişinin aynı anda aynı yerde bulunmaları söz konusu dahilinde bile bulunmamaktadır. Anlayacağınız bu şanslı tarif sahipleri butadı nesilden nesile aktararak orijinal tarifi sır gibi saklamaktadır. Dünya’da tadılması gereken 100 tattan biri olan bu tatlıyı yememek olmaz.  Belèm Anıtı’nın önüne geliyoruz. Bir gemi çeşidi olan ‘’travela’’ şeklinde, yekpare betondan oluşan 54m.lik Keşifler Anıtı, 1960’da Denizci Henry’nin ( Portekiz keşiflerini başlatan denizci ) 500. Ölüm yıldönümü anısına yapılmış. Anıtın içinden üstüne çıkılabiliyor. İçeride, Lizbon tarihi ile ilgili küçük bir sergi bulunuyor. Asıl güzel olan asansör ile çıktığınız tepesinden, anıtın bulunduğu meydanın mermer zemininde yer alan dünya haritasına kuşbakışı bakmak. Anıtın yer aldığı noktadan, ‘’Torre de Belèm ‘’in bulunduğu, nehrin ağız bölgesine kadar kısa bir yürüyüş mesafesi var. Uzaktan bile çok güzel görünen Torrede Belem, kendini tüm görkemi ile gösteriyor. ( Belem Kulesi ) Manastırın 500m. Batısında kalan Torre de BelèmDomManuel’in saltanatının son beş yılında, ( 1515-1520) TagusNehri’nin ağzını korumak için inşa edilmiş. Büyük depremden önce tamamen suyun ortasında iken, nehrin yatağının deprem ile değişmesi sonucu bugün artık kıyıda.Unesco’nun Dünya Koruma Mirası Listesi’nde yer alan, Mosteiro dos Jeronimos ( Jeronimos Manastırı ) İnşaatı 1502’de, Vasco de Gama’nın Hindistan’a yaptığı yolculuktan sağ dönmesi üzerine başlamış ve her yıl 70 kg. altına mal olarak, yapımı 70 yıl sürmüş ve Hindistan ve Afrika’dan sağlanan ticaret ile finanse edilmiş. 
Belem bölgesinden sonra Lizbon’da yapılacaklar gün ve gün bitmiyor. Lizbon’da kale bölgesini gezmek için ALFAMA bir tam gün ayırıp, Rua  Agusto Caddesinin keyfini çıkarıp sardalye dükkanlarından hediyeliklerinizi alıp, nefis vişne likörünü tadına varıp, Cais do Sodré durağının bulunduğu Modern Gurme Pazar Time Out’da yemek molaları verip günlerinizi tamamlayabilirsiniz. 
Bir başka gün masal diyarı Sintra bölgesi ve Pena Saray’ına,oradan Avrupa’nın en uç köşesi  Coba de Roca ve Lizbonluların yazık bölgesi Cascais’e gidebilirsiniz. Sintra’ya gitmek için Rossio Meydan Garından kalkan trenle bir tam günlük 21 Euro bilet almak en mantıklısı olacaktır bu bilet ile Coba de Roca ve Lizbonluların yazık bölgesi Cascais’egeçebilirsiniz. Rossio’dan kalkan trenle yaklaşık 40 dakika süren bir yolculuk sonrası Sintra bölgesine varıyoruz. Masallardan kalma,  şato görünümlü Pena sarayına gitmek için, 434 Numaralı otobüse biniyoruz. İki arabanın karşılıklı bile geçemediği daracık yollardan yokuş yukarı vardığımız bu yolculukla bütün heybetiyle Pena Sarayı bizi karşılıyor. Sarayın içini gezmedik sadece bahçesine girebileceğimiz 8 Euro’luk bilet aldık. Saray gezisi sonrası tekrar tren bölgesine inerek bu sefer  Coba de Roca gitmek için 404 numaralı otobüse biniyoruz. Virajlı dar yollardan Avrupa’nın en uç noktası olan Coba de Roca’da verdiğimiz fotoğraf molası sonrası rüzgârdan çok fazla vakit geçiremiyor ve yarım saat içinde oradan da ayrılıyoruz. Sanırım günün en güzel zamanını geçirdiğimiz Lizbonluların yazlık bölgesi olarak geçen Cascais’e geldik. Sokakları biraz Alaçatı’yıda andıran bu bölge en sevdiğimiz yerlerden biri oldu. Burada neşeli zamanlar sonrası Sahile yakın bir restoranda verdiğimiz yemek molası sonrası saat 20:30’daki tren ile 25 dakikalık yolculuk ile Cais do Sodré gelip günü tamamlıyoruz.




İspanya Gezi Notları

Madrid- Barcelona’dan mini mini notlar

Notlar..
Buralar nasıl?
Bir kere yıllanmış bir ülke var karşımda…
Metroları yolları çok eski…
Yolları taştan hem de içine ince topuklu ayakkabıların girip de sıkışacağı taşlardan..
Binalar çok eski, Gothic  ve Barok formda …
Metroları eski ve kötü kokuyor.
Barcelona’daki Las Ramlas Caddesi Champseelyse’yi anımsatıyor.
İspanyada ki tüm kafelerde sıcak çikolataya bandırılıp yenen hamur işini türü bir tatlı var. Yol üstünde ki tüm masalarda bu tatlıyı dekormuşçasına  görüyorsunuz.
Fiyatlar İstanbul’dan pahalı ama Fransa, İngiltere ya da İsviçre kadar değil.
Moda şehri burası fakat insanları çok renkli uyumsuz hatta  biraz da demode giyiniyor.
Genç nüfus İngilizce konuşamıyor.  İngilizce konuşuyorsun, Si diye başlayıp sana İspanyolca anlatıyorlar neyse ki bende başlangıç yeterliliğinde ki İspanyolcamla anlıyor ama konuşamıyor olunca onlarla anlaştık.


İspanyollar, Barcelona’yı Barcelona yapan Gaudi’ye ne kadar teşekkür etseler az. 
Şimdilik Benden bu kadar Hoşçakalın!

26 Ocak 2018 Cuma

Loving Vİncent


Resimler dışında başkalarıyla konuşmak olanaklı değil” Vincent Van Gogh
Resimler dışında başkalarıyla konuşmak mümkün değil diyen Van Gogh’un ölümünden 1 yıl önceki geçen olaylar ve hayat hikâyesi ressamın tablolarını bir araya getirerek anlatıldı. Loving Vincent 29 Aralık tarihinde Türkiye’de vizyona girdi. Ben de 13 Ocak tarihinde City’s sinemalarında izledim. Benim izlediğim salon dolup taştı desem abartmış olmam çoğu insan merdivenlerde izledi ben ise gittiğim seans dolduğu için bir sonraki seansına bilet bulabilmiştim. Film oldukça keyif vericiydi.
Film, ünlü ressam Vincent Van Gogh’un ilgi çekici hayatı üzerinden ilerliyor. Filmde yer alan 65.000 karenin her biri Polonya ve Yunanistan’da yer ala stüdyoyu ziyaret eden 125 profesyonel yağlı boya ressamı tarafından çizilmiş. Bu projenin sonunda doksan dört Van Gogh tablosu filme dahil ediliyor. Hugh Welchman’la Dorota Kobiela tarafından yazılıp yönetilen film, yağlı boya tablolardan yapılan ilk animasyon olma özelliğini taşıyor. 

18 Ocak 2018 Perşembe

ARTHOUSE Filmleri


Her sene Ekim ayı festivalleri sayesinde iple çekiliyor. 2017 senesi Ekim ayında İKSV tarafında 16.cisi düzenlenen flimekimi şehrin merkezinde birçok yerde konumlandı. Bundan bir on sene önce, çok net hatırlıyorum. Sanatseverler şehrin birçok ucundan festival filmlerini izlemek için Taksim’e gelirlerdi. Şimdilerde ise Nişantaşı’nın göbeğindeki AVM’de bile sanatseverleri sevindirecek filmler sergileniyor. Hatta yetmiyor Ekim ayı geçmesine rağmen hala bir çok film ArtHouse konseptinde her hafta vizyona giren yeni bir film ile seyircisiyle buluşuyor. Böylece Festival zamanı filmleri izleyemedim diye pek üzülmüyorsunuz ben bu sayede bir çok film izledim bunlardan bir kaçı Grain/Buğday, About Elly, Mother ve Loving Vangogh’tu geçtiğimiz hatta England İs Mine ise kaçırdım.

14 Ocak 2018 Pazar

Baba Kız Aynı Sahne’de Hissei Şayia’da

İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Tiyatrolarında sergilenen Hissesi Şayia oyununa asırlık oyun desek abartmış olmayız. Oyun ilk kez 1916 yılında Şehir Tiyatrolarında Dar'ül Bedai'de oynanmış. Oyun 100 yıllık ama konusu gayet evrensel. Zihni Göktay’ın baş rolünde yer aldığı oyun ayrıldıktan sonra da didişmeye devam eden ve biricik kızlarını bir türlü paylaşamayan ("hissei şayia") karı kocanın bitip tükenmek bilmeyen kavgalarını konu alıyorBirbirlerine dava üstüne dava açan, gülünç duruma düşseler de bu didişmeden adeta zevk alan; fakat aslında her şeye rağmen birbirini seven karı kocanın ve onların arasında kalan genç kızın öyküsü eğlenceli bir üslupla aktarıyor.


Bu oyunda baba kızı aynı sahnede görüyoruz, Evet Zihni Göktay’ın kızı Zeynep Göktay’da bu oyunda Mahmure rolünde Tahir Bey( Zihni Göktay’ın) kızı olarak karşımıza çıkıyor.


28 Ekim 2017 Cumartesi

Cotemporary 2017


Cotemporary 2017

14-17 Eylül 2017 tarihleri arasında İstanbul Kongre Merkezi ve Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda 12. kez gerçekleşen Contemporary dünya üzerinden birçok müzayedenin sergisine ev sahipliği yaptı. Son günü gitmeyi tercih ettiğimiz, bu etkinlik inanılmaz kalabalıktı. Ama yine de iyi ki gitmişim dedirtti.


ki gi
 






 Giriş bileti Yetişkinler için 55 TL Öğrenciler için 35TL

22 Ekim 2017 Pazar

About Elly Film


2009 yılı İran yapımı olan Darbareye Elly şu sıralar sinemalarda Art House, Sanat film konseptinde sergileniyor. Film dram kategorisinde olmasına rağmen biraz gerilim barındırıyor. İran Sinemasını seven biri olarak filmden oldukça keyif aldım. 

Filmin konusu İranlı bir ailenin öyküsünün yazlık bir ev etrafında gelişiyor. Üç dost aile, Almanya‘dan dönmüş olan Ahmad‘a (Shahab Hosseini) kızının öğretmeni Elly‘yi (Taraneh Alidoosti) tanıştırmak ister. Almanya’daki mutsuz evliliğinden henüz kurtulmuş olan Ahmad, İranlı bir kadınla evlenmek istemektedir. İlk görüşte Ahmad ve Elly birbirlerinden hoşlanırlar. Bu durum evdeki üç aileyi sevindirir. Film her şey Elly’nin aniden ortadan kayboluşuyla gelişir ve film bir anda heyecan kazanır.

Darbareye Elly filminin yönetmeni Farhadi‘nin sanatını kızın ortadan kayboluşuyla sahneliyor. Yönetmen Farhadi Bir kızın kayboluşu üzerinden İran toplumunu analiz ediyor, sosyal ilişkileri sorguluyor. Film çok basit bir konudan yola çıkarak İran’da kadının yeri, aile içi ilişkiler üzerine bir değerlendirme niteliği de taşıyor. 




11 Ekim 2017 Çarşamba

Mother Filmi




Eleştirmenlerin üzerinde ortak bir noktaya varamadığı kiminin tam puan, kiminin ise 0 verdiği ve seyircilerini ikiye bölen bir film MOTHER. Başrollerini Jennifer Lawrence ve Javier Bardem’in paylaştığı, Darren Aronofsky’nin yazıp yönettiği “Anne!” için değişik demek benim için tam deyim yerinde bir tabir olacak.


Film, ıssız bir kırın ortasında kocaman bir evde yaşayan çiftin ve eve gelen konuklarının hikâyesi üzerinden gelişiyor. Kadın, yuvasını, bebeğini ve aşkını savunurken dış dünyanın eve girmesine izin vermek istemiyor. Erkekse sosyalleşiyor üretiyor sunuyor herkesi yuvaya davet ediyor.


Film anlaşılması zor değil ama üzerinde uzun uzun düşündürüyor.  Sinemasal açıdan da keyif aldığımı söyleyemem ama farklı bir film izlediğim ve üzerinde hala düşündüğüm için iyi kötü diye bir değerlendirme yapamıyorum.

7 Temmuz 2017 Cuma

Paul Gauguin Ressamlar Dizisi #3#


Herkese Merhaba,
Bugün  size ,  Monet’in,Cezanne’nin Van Gogh’un çağdaşı  Paul Gauguinden bahsetmek istiyorum.




Paul Gauguin,
Parisli ressam hayatına, ressam olarak değil bankacı olarak başlar, Danimarkalı bir mürebbiye olan Mette ile evlenir ve beş çocuk sahibi olur. 30 yaşına kadar aile babası bir bankacı olarak hayatını sürdürürken,  Camille Pissarro ile arkadaşlık kurar ve içinde ki sanat aşkı bastırılamaz hale gelir. Yarı zamanlı hobi olarak yaptığı ressamlığını Bankadaki işinden istifa ederek tam zamanlı hale getirir. Ünsüz bir ressam olan Gauguin geçim kaynağını kaybedince,  var olan varlıkları satıp satıp yemeye başlar bu duruma daha fazla dayanamayan Eşi Mette ortanca çocuğu dışındaki diğer çocuklarınıda yanına alarak Danimarkaya döner. Bu dönemde Vincent Van Gogh, Gauguin’i Arles’e çağırır  Gaugini Sarı Ay çiceklerle karşılayan Van Gogla  birlikte, 9 haftayı resim yaparak geçirirler. Gaugin, Van Goghla yaşadığı tartışma sonrası Van Gogh’un evini terk eder bunun üzerine,  Van Gogh kulağını keserek intihara kalkışır.




Mali durumu kötü olan Gaugin Parise dönmesinin ardında iyice sıkışık zamanlar geçirir. Bunun üzerine çalışmak üzere Panama Kanalına gider Haiti de yaşar bir süre, hatta ünlü tablosu olan ‘Fatata te Miti (By the Sea)’, ‘la Orana Maria’ (Ave Maria) adlı tablolarını burada yapar. Peru'da çocukluğunu geçiren ressam hayatında hep Güney Amerika'nın bozulmamış doğasını arara bu etkiyide resimlerinin çoğunda görüyoruz.






Bir gezgin olan, Paul Gauguin  yaşadığı çağın vahşetinden ve emparyalizme olan tepkisinden dolayı medeniyetten kaçmak için önce Panama’ya sonra Martinigue’e gider.
Gauguin, bir tezatlar ressamıdır, «ilkel» olduğunu savunduğu halde, sembollerden, renk zenginliğinden, bahseder. Yine de bu değişik ruh fırtınalarından, karşımıza  sahici bir insan çıkar.
54 Yaşında  Frengiden Vefat eden Gaugiun malesef ki çoğu sanatçı gibi ölümünden çok daha sonrasında değeri bilinmiştir.

22 Haziran 2017 Perşembe

Bir Film, A Bigger Splash


Venedik Film Festival’inde 2 ödül kazanan A Bigger Splash filmi bu hafta film gündemimizdeydi.  Filmin yönetmen koltuğunda,   Io sono l’amore (Benim Adım Aşk) ve Melissa P. filmlerinin yönetmeni Luca Guadagnino oturuyor.

Filmin konusu; Marianne (Tilda Swinton) ünlü bir şarkıcıdır ve geçirdiği ameliyat sonrasında sesini koruyabilmesi için konuşmaması gerekiyordur. Sevgilisi Paul (Matthias Schoenaerts) ile İtalya’da bir adada tatil yapmaya giderler. Tatilleri sakin ve huzurlu ilerlerken eski sevgilisi ve iş arkadaşı Harry (Ralph Fiennes) ile kızı olduğunu yeni öğrendiği Penelope (Dakota Johnson) yanlarına kalmaya gelir ve zamanla olayların gidişatı değişir.

Konunun ana hatlarını destekleyen müzik ve görsellerle duygu seyirciye geçiyor. Görsellik ile bir hikaye anlatmak, sinemayı diğer sanat dallarından ayıran en önemli unsuru olmuştur. Bu bağlamda A Bigger Splash’in gerçek bir sinemacılığın ne olduğunu kanıtlıyor.

Hikaye çoğu kez  geçmiş ile şimdiki zaman arasında mekik dokuyor. Şimdiki zamanda yaşanan olayların neden böyle olduğunun kökeni geçmiş zamana da dayandırılıyor.  Tilda Swinton konuşamayan -gerekmedikçe konuşmayan- bir şarkıcıyı canlandırıyor. Aynı zamanda sevgilisi Paul’a karşı olan sevgisi onu kimi zaman güçsüz bir kadına dönüştürüyor.

Filmin diğer kilit oyuncusu Ralph Fiennes özgün kişiliğe sahip diyebileceğimiz bir karakter e oyunculuğunun filme renk kattığını söylemeden geçemeyeceğim. Dakota Johnson’ın ise sinema içindeki bir karakter oyunculuğunu kanıtlayacak bir rölde değildi yani sinemanın olması gerekeni yerine getirmişti. Ancak Penelope ve Harry’nin oyunculuk seçimi konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim Ralph Fiennes  ve Tilda Swinton  aynı şeyi düşünmeyecek kadar  iyi bir seçim olduğunu gözlemleyebilirsiniz. Senaryo, görsellik ve atmosfer keyifli bir film izledim demek için yeterli unsurları bir arada toplamış. Seçilen bölge ve mekanlar filmi oyunculukları bütünlüyor.

21 Haziran 2017 Çarşamba

Genç Werther'in Acıları- Opera Bale gösterisi

Merhaba
Bugün sizlerle Süreyya Operasının seçkilerinden birini paylaşacağım.
Genç Werther'in Acıları 



Gösteri Goethe, bu romanından operaya uyarlanmış bir eser.  Goethe nin eserinin Bu kadar güzelleştirilip baleye aktarılabileceğini bu kadar iyi uyarlanabileceğini hiç düşünemezdim. Gösterinin bütün ögeleri takdire şayandı. 
Fakat gösteride ayrı detaylar vardı ki hem hafızamda edindikleri yer hemde güzelliklerinden ayrıca bahsetmek istemekteyim. 
Bu gösteriyi  farklı kılan en önemli detaylardan biri de, hiç aralıksız, 90 dakika boyunca Chopin’i  yorumlayan Azeri sanatçı , Yelena Şekalyovadır. Balerin Baletlerin , bir adım geri gidip çok estetik bir şekilde dönmelerini çok beğendiğimi söylemeden geçemeyeceğim.Diyalog sahnelerinde balet ve balerinlerin fazla ön plana çıkmadan algıyı dağıtmamaları çok hoşuma gitti.Gösteride görsel öğeleri narin bedenler uyumundan bahsetmezsem haksızlık etmiş olurdum.Ayrıca, oyun içinde geçen balo sahnesinde tenörün okuduğu Arya da takdire şayandı. 


Eserle İlgili Kısı bir Bilgi: Konusu Eserin; Werther’in mektuplaştığı hayali arkadaşı Willhelm’in eliyle, mektuplar biçiminde anlatılır, Büyük kentin yarattığı ruhsal çöküntüden doğaya kaçarak Wahlheim’e yerleşen aydın bir gençtir Werther. Orada tanıştığı soylu bir ailenin güzel kızı Lotte’ye aşık olur. Lotte de kayıtsız değildir bu aşka ama Albert’le nişanlıdır ve verilen sözler, ahlaki değerler önemlidir. Lotte Albert ile evlenir. Werther ise bir aile dostu olarak yer alır yanlarında. Ne var ki aşk ve dostluk arasındaki sınır çizgisi zayıftır. Sınırı geçmekten korkan Lotte, bir daha görüşmemeleri gerektiğini bildirir genç adama. Werther’in bu acıya dayanması ise imkânsızdır. Lotte’ye bir mektup yazar; “Bak Lotte! bana ölümün sarhoşluğunu tarttıracak olan o soğuk ve korkunç kadehi elime alıyorum. Onu bana sen uzatıyorsun, ben de alırken hiç duraksamıyorum. Hayatımın bütün istekleri ve ümitleri yerine geldi. Ölümün çelikten kapısını vurmak öylesine titretici ve çetin ki” diyen Werther, “Silahlar dolu. Saat on ikiyi vuruyor. Alınyazısı bu, önüne geçilmez. Lotte! Elveda Lotte! Elveda” sözleriyle mektubuna ve yaşamına son verir. 



Goethe bu eseri yazdığında 25 yaşındaydı.Roman döneminin toplumsal yapısında o kadar etkili olmuştur ki. Romanın piyasaya çıkmasının ardından hem pek çok intihar vakası ile karşılaşılmış, o dönemde ruhsal olarak insanlardaki bu olumsuz değişimin yanı sıra Alman genç erkekleri  mavi ceket, sarı pantolonlara bürünmüştür.
Goethe nin “die leiden des jungen werthers” kitabından uyarlama bale gösterisi 18yy döneminin sahne sanatlarında vücud  bulmuş halidir. Gösteri bale ruhuyla tiyatro ruhunu aynı potada eriten farklı bir eserdi . Kadiköy Süreyya Operasında  geçtiğimiz Kasım ayında izlediğim bu eser  izlenmeye değer.

Çivisi Çıkmış Dünya / Amin Maalouf Le dérèglement du monde


“Zaman, müttefikimiz değil, bizim yargıcımız. Şu an zâten cezamızın erteleme sürecini yaşıyoruz.” Diye başlıyor kitabına Amin MAALOUF ve başlıyor tarihi olaylarla Dünya’nın çivisinin nasıl çıktığını anlatmaya….
Kitabın 1. Bölümü Aldatıcı Zaferlerde Berlin Duvarının yıkılmasıyla yeşeren umutlarımıza gönderme yapıyor. Ve daha sonra dünyanın coğrafyalarına göre mevcut durumu anlatıyor.
“Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla dünyada bir umut rüzgârı esmişti. Batı ile Sovyetler Birliği arasındaki gerginliğin sona ermesi,  yaklaşık kırk yıldır insanlığı tehdit eden bir nükleer felâket tehlikesini ortadan kaldırmıştı; inanıyorduk ki, bundan böyle demokrasi yavaş yavaş yaygınlaşacak, en sonunda da bütün dünyaya yayılacak;
Yerkürenin çeşitli ülkeleri arasındaki duvarlar kalkacak ve insanların, malların, imgelerin ve düşüncelerin dolaşımı engellerle karşılaşmaksızın gelişebilecek, böylece bir gelişme ve refah çağı başlayacaktı.”
Kitap tarafsız değil sağlam eleştiriler içeriyor. Bütün coğrafyalar bu eleştirilerden payını alıyor.
“Bugün Arap aleminde eleştirdiğim şey, ondaki mânevî bilincin eksikliği; Batı’da eleştirdiğim şeyse, mânevî bilincini bir egemenlik aracına dönüştürme eğilimidir. Bunlar çok ağır suçlamalar, üstelik bana iki kat daha fazla acı veriyor; ama bağıra bağıra geliyorum diyen gerilemenin kökenlerine karşı savaş açma iddiasındaki bir kitapta bunlara değinmeden edemem.”
Eleştiride bulunurken bir taraftan da insanlığı sorgulatan sorularda da bulunuyor.
“Peygamber’in şu sözü bilinir: “İnsanların en iyisi, insanlara en çok yararı dokunandır”; bugün bireylerin, liderlerin, halkların kendi içlerinde sorgulamaları gereken güçlü bir söz bu: Başkalarına ve kendimize ne getirmekteyiz? “İnsanlara nasıl yarar” sağlıyoruz? Dinde yeri olmayan aykırılıkların en büyüğü, intihara götüren umutsuzluktan başka kılavuzumuz var mı?”
Yazar tarafsız hiç değil endişeleri soruları eleştirileri ile konuşma havasında içini döküyor. Kaygılarını anlattığı satırlarda pek de haksız sayılmaz.
“Çin’deki, Hindistan’daki, Rusya’daki, Brezilya’daki orta sınıfların, bütün dünyada olduğu gibi, baş döndürücü bir biçimde büyümesi, dünyanın şu anki işleyişiyle pek de ayak uyduramayacağı bir gerçeklik. Yakında üç ya da dört milyar insan, kişi başına, Avrupalılar ya da Japonlar kadar-Amerikalılardan söz etmiyorum bile-tüketime başlarsa, doğal olarak hem ekolojik hem de ekonomik alanda büyük kargaşalar yaşanacaktır. Bunun uzak bir gelecek değil, çok yakın bir gelecek, hâttâ neredeyse şimdi olduğunu söylememe gerek var mı?”
Diğer taraftan ABD ve Irak arasındaki can alıcı noktalara değiniyor ve şu cümle ile açık dimağları düşünmeye sevk ediyor.
Çocuk kendisini evlât edinen bir anne ile üvey anne arasındaki farkı bilir. Halklar da kurtarıcılar ile işgalciler arasındaki farkı bilir.
Kitap çok sert ekleştiriler yapıyor.
“Batı’nın yüzyıllardan beri, dün olduğu gibi bugün de içinde bulunduğu dram, dünyayı uygarlaştırma arzusu ile ona egemen olma isteği-iki uzlaşmaz dilek-arasında sürekli bocalamasından kaynaklandı. Her yerde en soylu ilkeleri dile getirirken, o ilkeleri, ele geçirdiği topraklarda uygulamaktan titizlikle sakındı. Arap alemi bugün, elli yıl önce, yüzyıl önce, hâttâ bin yıl önce hoş gördüğü şeyleri hoş göremiyor.  Batı’daysa barbarlık hoşgörüsüzlükten ve karanlıkçılıktan kaynaklanmıyor; oradaki barbarlığın nedeni kibir ve duyarsızlık. Amerikan ordusu Antik Mezopotamya’da lale tarlasındaki suaygırı gibi yuvarlanıyor. Özgürlük, demokrasi, meşru müdafaa ve insan hakları adına, insanlar hırpalanıyor, dayak yiyor, öldürülüyor.  Terörizme karşı mücadele vermek isteniyordu ama terörizm hiç bu kadar azmamıştı”
Bugün insanlığın geldiği noktada,” Otuz yıl boyunca sürekli olarak savunulan inançlar şimdi artık sallantıda, her şey kökünden tartışılıyor; siyasal, toplumsal ya da ekonomik alanları derinlemesine etkileyecek ve kuşkusuz yalnızca bunlarla da kalmayacak bir durum bu. Gerçekten de büyük bir mali kriz, ona eşlik eden güven krizi, ona neden olan tutumlar, değerler ölçeğindeki dengesizlik, liderlerin, şirketlerin, kurumların ve onları denetledikleri varsayılanların mânevî inandırıcılıklarını yitirmesi, eleştirilmeden nasıl çözülebilir ki?” eleştiri yapmasının nedenini açıklıyor. Amin bu bölümü insanlığın  iktidar ve onun meşruiyeti sorunuyla nasıl karşı karşıya kaldığını özetliyor.

2. Bölüm Yoldan Çıkmış Meşruiyetler kısmında ise Gazi Mustafa Kemal Paşadan övgüyle bahsederken onun peşinden giden tarihsel kişiliklere de atıflarda bulunuyor.
3. Bölüm Hayali Gerçeklikler “Değerler” içi boşaltılmış bir sözcüktür ve değişkendir diye başlıyor.  Ve yine kendine öneri ile devam ediyor. “Ülkelerimizde, kentlerimizde, mahallelerimizde olduğu gibi bütün dünyada da iç barışı korumak istiyorsak, insanlar arasındaki çeşitliliğin, şiddete yol açan gerilimlerden çok, uyumlu bir birlikteliğe dönmesini arzuluyorsak, “ötekiler”i şöyle böyle, yüzeysel, üstünkörü biçimde değil, iyice, yakından, hâttâ özel yaşamlarına kadar tanımamız gerek. Bu da ancak onların kültürlerini öğrenerek olur. Öncelikle de edebiyatlarını. Bir halkın özel yaşamı, edebiyatıdır. İnsan edilgen kalarak propagandacıların kendisini yönetmesine izin verirse, siyasetçilerin
isteğine göre galeyana gelir ya da sakinleşirse, savaş maceralarına sürüklenmeye uysalca boyun eğerse, bütün haklara sâhip bir yurttaş, sorumlu bir seçmen olamaz.”  Bilginin ve bilgili olmanın önemine değinen bu bölümde, “Bilgisizlikle yetinmek, demokrasiyi yadsımaktır, onu bir hayalete
dönüştürmektir.” Yazar bu bölümde yine din ile ilgili atıflarda bulunurken diğer taraftan din ile bilgils konusunda öz eleştiri yapıyor ve kitabı okuyan okuyucun kayıtsız şartsız kitaba inanmasını değil sorgulamasını öğütlüyor. “Her zaman Müslümanlığın yakınlarında yaşadıysam da, İslam alemini çok iyi tanımıyorum, İslam bilimci hiç değilim. İslamiyet’in “asıl ne dediğini öğrenmek isteyenler, bana güvenmesin. Benden bütün dinlerin dirlik düzenliği öğütlediğini yazmamı beklemek de hata olur, ben şuna inanıyorum: Dinsel ya da dindışı bütün öğretiler dogmatizmin ve hoşgörüsüzlüğün tohumlarını taşırlar içlerinde; bâzı kişilerde bu tohumlar açığa çıkar, bazılarındaysa gizli kalır.”
Din olgusuna değinirken siyasetten de eksik kalmıyor ve Güncel siyasetin durumunu da şu satırlarında özetliyor,
“Kimlikler, ideolojilerin pabucunu dana attığından beri toplumlar, siyasal olaylara genelde
dinsel aidiyetleri uyarınca tepki verir oldular; Rusya yeniden açıkça Ortodoks oldu; Avrupa birliği
kendini üstü kapalı biçimde bir Hıristiyan uluslar topluluğu olarak görüyor; aynı savaş naraları
Müslüman ülkelerin tümünde de çınlıyor.”
Kitap sonlara doğru dünyanın neden çivisinin çıktığını daha da açıyor. 
Bugün tanık olduğumuz şey, farklı uygarlıkların alacakaranlığıdır, yoksa onların yükselişi ya da zaferi değil. Miatlarını doldurdular ve hepsini aşmanın vakti geldi artık; şimdi onların getirilerini zamana uyarlamalı, her birinin yararlarını bütün dünyaya yaymalı, olası zararlarını da ortadan kaldırmalı; yavaş yavaş temel değerlerin evrenselliği ve kültürel ifadelerin çeşitliliği gibi iki dokunulmaz ve birbirinden ayrılmaz ilkeyi temel alacak, ortak bir uygarlık kurabilmek için böylesi gerekiyor.
Son olarak önerisini getiriyor. Bu yüzyılda, geleceğe yönelik iki bakış açısından birini seçmemiz gerekecek.
Bunlardan ilki birbirleriyle savaşan, birbirlerinden nefret eden, ama küreselleşmenin etkisiyle, birbirlerini her gün aynı kültürel bulamaçla biraz daha besleyen küresel kabilelere bölünmüş bir insanlık düşüncesidir.
İkincisiyse, ortak yazgısının bilincinde olan ve bu yüzden aynı temel değerler çevresinde toplanmış, ama en çeşitli, en zengin kültürel ifadeleri her zamankinden de fazla geliştirmeyi sürdüren, bütün dillerini, sanatsal geleneklerini, tekniklerini, duyarlılığını, belleğini, bilgisini koruyan bir insanlık düşüncesidir.
Dolayısıyla, bir yanda, birbiriyle çatışma halindeki, ama kültürel açıdan birbirine öykünen ve birbirine benzeyen birçok “uygarlık”; öte yanda, sayısız çeşitliliğe açılan, tek bir insan uygarlığı.
Kitap son olarak küresel ısınmaya da değiniyor. Bir sosyal bilimci gözü ile yazılmış bir kaynak gibi okudum. Zaman zaman katıldım zaman zaman sorguladım. Kitap beni tatmin etti.  Son bölğmden kısa bir alıntı ile kapatmak istiyorum.
İnsanlara birlikte yaşamayı öğretmek asla bütünüyle kazanılmayan upuzun bir savaştır. Gün gelecek, Londra metrosunda, dünyanın en uygar polisinin, tek suçu esmer olmak olan genç bir Brezilyalı gezgini yere yatırıp kafasına yedi kurşun sıktığı günler gibi anacağız bu lanetli günleri de.
Medeniyetler çatışması, Erasmus ile İbn Sina’nın, içki ile başörtüsünün ya da kutsal metinlerin karşılıklı değerleri üstüne bir tartışma değildir; yabancı düşmanlığına, ayrımcılığa, etnik hakaretlere ve karşılıklı kıyımlara, yâni insan uygarlığının mânevî onurunu oluşturan her şeyin aşınmasına yol açan küresel bir sapkınlıktır.
Böylesi bir ortamın egemen olduğu dünyada, barbarlığa karşı savaş verdiklerini düşünenler
bile bir de bakarlar ki kendileri barbar olmuşlar. Terörist şiddet, antiterörist şiddeti doğurur, bu da hıncı besler, adam toplamaya bakan fanatiklerin işini kolaylaştırır ve gelecekteki saldırıları hazırlar.
Bu, ezelden beri süregelen yumurta-tavuk hikayesidir ve doğru yanıtı aramanın artık hiçbir anlamı yoktur; herkes kendi korkularına, önyargılarına, kökenlerine, belleğindeki yaralara göre yanıt verir bu soruya. Aslında bu kısırdöngüyü kırmak gerekir; ne var ki, çark işlemeye başladığında, işin içinden çıkmak güçleşir.
Öfkelerime ve kaygılarıma karşın, insanlık serüvenine hâlâ hayranım; canı gönülden seviyorum, kutlu sayıyorum ve meleklerin ya da hayvanların yaşamına hayatta değişmem onu.
Bizler Prometheus’un çocuklarıyız, yaratıyı devam ettiren emanetçileriz, evreni yeniden
biçimlendirme işine giriştik ve yukarıda yüce bir Yaradan varsa, onun öfkesini olduğu kadar, övüncünü de hak ediyoruz.

KAYNAKÇA
Çivisi Çıkmış Dünya / Amin Maalouf-Özgün adı: Le dérèglement du monde
Çeviren: Orçun Türkay/ Yapı Kredi Yayınları – 2914/Edebiyat – 874


11 Mayıs 2017 Perşembe

KASIMDA LYON BİR BAŞKA SOĞUK


Yağmurlu ve buz gibi bir Kasım sabahı  İstanbul Sabiha Gökçenden bindiğimiz uçakla geldiğimiz buz gibi Lyon’da yapabileceklerimizin en fazlasını yapmaya çalıştık.
 
Lyon Havaalanını ilk gördüğümüzde “aaa Küçük prensin yazarı değil mi” dedik. Küçük Prens’in yazarı St Exupery’den alan Lyon Havaalanı’ndan şehre ulaşmak için birkaç seçeneğimiz vardı. Bunlardan en mantıklısı yaklaşık yarım saat süren Rhonexpressti ve bizde bunu seçtik.. Ücreti yaklaşık 15 euro, eğer 25 yaş altıysanız indirim uyguluyorlar ve dönüşte de Rhonexpress’ı kullanacaksanız gidiş dönüş bilet almak daha uygun fiyata geliyor. Üstelik Rhoneexpress’e havaalanının içinden ulaşım da var. Şehir merkezine inip, otelimize yerleştikten sonra şehri keşfetmek için yürümeye başladık.  Merkezi bir noktada oteli seçmenin avantajı yürüyerek her yere gidiyor olmamızdı. Resturantlarının bol olduğu ve müthiş lezzetli balkabağı çorbası yapan resturantımızda her akşam yerimizi aldık çorbabmızı istirdyemizi yedik.Sanırım Lyon’un en keyifli ve en sevdiğim tarafı balkabağı çorbası ve tatlı resturatlarıydı.Biz rşehre geri gelirsek,



Şehrin en büyük özellikleri: kültürel mirası, canlılığı, çağdaş sanat etkinliklerine ev sahipliği yapıyor olması.

Şehir: Rhone ve Saone nehirlerinin kıyılarında ve tepelerinde ve ortadaki yarımadada kurulmuştur “İtalya ile İsviçre’ye giden yollar” buradan geçiyor bu yüzden Cenova üzerinden eğer dönüş uçağınız varsa bu şehre uğramak sizin için çok mantıklı olacaktır.

Lyon sokaklarındayız. Plansız yürüyüş bizi Saone kıyısına ulaştırıyor. Güneş parlıyor, nehir, karşı kıyı, köprüler, her şey pırıl pırıl, neşeli, coşkulu..

Fotoğraf çeke çeke geçtiğimiz karşı kıyıya geçiyoruz Vieux Lyon tarafı burası, tarihi sokaklarda birkaç Sokaklar güzel ama fazla sakin Eski şehirde Ktedrala dışardan kakıp geçiyoruz sonra Her eski şehirde olduğu gibi şehri tepeden görmek için Şehrin kalesine Finükülerle çıkıyoruz. Kale bizi keyifli manzara ile karşılıyor. Kaleden aşağıya tatlı sokaklardan geçerek muthiş Lyon Manzarasını seyre dalıyoruz. Eski Şehre tekrar indiğimizde, haritaya hiç bakmadan enteresan gelen her sokağa girip çıkıyor bu kez bambaşka bir köprüden geçerek cıvıltılı Belcour meydanına varıyoruz.
 
Opera’nın önünden, heybetli meydan Place les Terreaux’un içinden geçip Croix Rousse’a doğru tırmanmaya başlıyoruz. Yokuşlu sokakların sonu merdivenler, onların sonu dar geçitler, yine merdivenler…
 
Şehirle bu inişli çıkışlı tanışma gününden sonra uyanılan her sabah, geçirilen her gün, yenilen her yemek, birlikte üretilen her anı güzel.. Bildiğim tek şey bu şehirde doğru saatte doğru bölgede isen hayat güzel,


Lyon, Görülecek şehirsin ve ben iyi ki gelmişim ziyaretine..

Meraklısına Notlar
Paris Gare de Lyon’dan Lyon Perrache garına 2. sınıf hızlı tren bileti kişibaşı 71 € ; yolculuk süresi yaklaşık 2 saat 15 dakika.
  Şehiriçiç ulaşım için otobüs, metro bileti tekli olarak 1.70 €,  10′lu ‘carnet’ 14.70 € . Ayrıca 2 saat limitsiz 2.70 €; 1 gün limitsiz 5 € ve akşam 19:00′dan sonra limitsiz 2.70 € gibi çok farklı alternatifler var. Pleine Lune denen gece otobüslerinin ana durağı Hotel de Ville.  Biletleri damgalamayı unutmamak ve ulaşım ile ilgli daha ayrıntılı bilgi için www.tcl.fr yi ziyaret etmek lazım.
Şehrin ana havaalanı olan St Exupery Havaalanı’na ulaşım için en hızlı ve temiz çözüm Rhonexpress treni. Sabah 05:00- gece 00:00 arası günboyu  her 15 dakikada, akşam 21′den sonra her 30 dakikada bir  kalkan trenle havaalanına yolculuk en uzak noktadan 30 dakika sürüyor. Biletin 15 € olduğu Rhonexpress in istasyonlardaki broşürlerden ya da internet sitesinden durakların yerine bakılabilir. www.rhonexpress.fr
İki nehir arasında kalan şehir merkezinin Hotel de Ville’den Gare Peracche’a kadar her sokağı dükkanlarla dolu..
Pazarları AVM’de dahil çoğu yer kapalı, alışveriş planları buna göre yapılmalı.
Nehir kıyısında Marche Saint-Antoine Celestins semt pazarı

  

17 Nisan 2017 Pazartesi

Kırmızı Saçlı Kadın


Uzun zamandır Türk edebiyatına dair roman okumuyordum. Orhan Pamuk’un Kırmızı saçlı Kitabından sonra bu alanı ihmal ettiğimin farkına vardım. Kitabı okudukça klasik bir Türk romanı okuduğumu hissinden uzaklaşmadım.

Kitap, 30 yıl öncesinin İstanbul’una götürüyor. Liseye başladığı yıl babası polisler tarafından götürülen ve bir daha ondan haber alamayan bir çocuğun Cem’in gözünden anlatılan romanda Beşiktaş'taki evlerinden Gebze'ye taşınan bir anne ile oğulun öyküsü var.
Akıcı üslubuyla bir solukta okunuyor. Konu itibariyle suya sabuna pek dokunmuyor. Anlattığı dönemin siyasi gelişmelerini bağlam dışında tutarak yüzeysel geçiştiriyor. Bana kalırsa bu kitap, kısa, akıcı, okuması kolay, tahmin edilebilir özellikleriyle yolculuklarda okumak için ideal. Orhan Pamuk’tan sonra şimdi kendimi Ahmet Hamdi Tanpınar’da buldum. Orhan Pamuk’un Yeşilçam klasiği tadındaki bu romanından sonra, Türk edebiyatının bu keyfini özlediğimi fark ettim.

16 Aralık 2016 Cuma

Noel'de Prag Geceleri

Noel’de Avrupa’da olmanın en keyifli tarafı şüphesiz Kurulan Noel pazarlarıdır. Avrupa’nın hemen hemen bütün kentlerinde kurulan Noel pazarları, bu dönemde büyüleyici manzaraya sahiptir . Bu pazarların beklide en görkemlisi Prag’ın efsane Old Town meydanına kurulan Noel pazarı olduğunu düşünüyorum. Ortaçağ atmosferini sonuna kadar yaşatan Old Town Meydanı, her yıl Kasım ayının son haftasından 1 Ocak gününe kadar Prag’ın en büyük Noel pazarına ev sahipliği yapar. 2016 yılında bizde buradaydık.

Pallaidum Alışveriş merkezinin önünde kurulan küçük klübelerden başlıyor şölen OLDTOWN’a gidene kadar yollarda müzik ve sokakları sarmış olan tarçın ve sıcak şarap kokusu burnunuza geliyor.


OLDTOWN’ın içine adım attığınız andan itibaren Noel atmosferine gireceğiniz bu pazarda sadece yemekler değil birbirinden renkli Noel hediyeleri de satılıyor. Burada, özenle yapılmış Bohemya kristallerini, küçük ahşam oyması heykelcikleri ve rengarenk süs eşyalarını oldukça ucuz fiyatlara bulak mümkün.
Hemen her köşesinde sokak sanatçılarının Noel şarkılarıyla yeteneklerini sergilediği bu alanı yaklaşık 1 saatte bol bol fotoğraf çekerek gezebilirsiniz.

Tyn Katedrali’nin hemen önüne yerleştirilen dev çam ağacının süslenerek ışıklandırılması, Noel pazarının başlaması anlamına geliyor. Bir aydan fazla süren Noel pazarının amacı, Noel tatilinin, Noel şarkılarının, geleneksel yemeklerin ve sıcak şarabın doyasıya tadına varmak.
Alanda bulunan her şey bu amaca yönelik hazırlanıyor. Önceden yapılmış ahşap kulübelerin her birinde ayrı bir yiyeceğin satıldığını ve sıcak şarap ikramının yapıldığını görmeniz mümkün. Zaten, eğer geldiğiniz dönemde Noel pazarı kurulmuşsa, henüz ünlü meydana yaklaşmadan sokakları sarmış olan tarçın ve sıcak şarap kokusu burnunuza gelecektir. Alacağınız bu ünlü kokunun bir nedeni sıcak şarapken diğer nedeni de Çeklerin geleneksel tatlısı trdelnikdir. İnce bir şişe sarılarak odun ateşinde pişirilen bu tatlıyı pazarda hemen her köşede bulabilirsiniz.

Pazarın Parizska Caddesi tarafına kurulan sahnede akşam saatlerinde müzik dinletileri gerçekleştiriliyor.

Diğer taraftan saat başı çalan Astonomik saatin şöleni ise seyretmeye değer. Oldtown yolunda böyle tatlı dükkanlar içinizi açacağından eminim.

Prag’da, ortaçağ panayırını andıran bu renkli Noel pazarı Noeli noel gibi hissetmeniz için muhteşem bir sebeb…