22 Haziran 2017 Perşembe

Bir Film, A Bigger Splash


Venedik Film Festival’inde 2 ödül kazanan A Bigger Splash filmi bu hafta film gündemimizdeydi.  Filmin yönetmen koltuğunda,   Io sono l’amore (Benim Adım Aşk) ve Melissa P. filmlerinin yönetmeni Luca Guadagnino oturuyor.

Filmin konusu; Marianne (Tilda Swinton) ünlü bir şarkıcıdır ve geçirdiği ameliyat sonrasında sesini koruyabilmesi için konuşmaması gerekiyordur. Sevgilisi Paul (Matthias Schoenaerts) ile İtalya’da bir adada tatil yapmaya giderler. Tatilleri sakin ve huzurlu ilerlerken eski sevgilisi ve iş arkadaşı Harry (Ralph Fiennes) ile kızı olduğunu yeni öğrendiği Penelope (Dakota Johnson) yanlarına kalmaya gelir ve zamanla olayların gidişatı değişir.

Konunun ana hatlarını destekleyen müzik ve görsellerle duygu seyirciye geçiyor. Görsellik ile bir hikaye anlatmak, sinemayı diğer sanat dallarından ayıran en önemli unsuru olmuştur. Bu bağlamda A Bigger Splash’in gerçek bir sinemacılığın ne olduğunu kanıtlıyor.

Hikaye çoğu kez  geçmiş ile şimdiki zaman arasında mekik dokuyor. Şimdiki zamanda yaşanan olayların neden böyle olduğunun kökeni geçmiş zamana da dayandırılıyor.  Tilda Swinton konuşamayan -gerekmedikçe konuşmayan- bir şarkıcıyı canlandırıyor. Aynı zamanda sevgilisi Paul’a karşı olan sevgisi onu kimi zaman güçsüz bir kadına dönüştürüyor.

Filmin diğer kilit oyuncusu Ralph Fiennes özgün kişiliğe sahip diyebileceğimiz bir karakter e oyunculuğunun filme renk kattığını söylemeden geçemeyeceğim. Dakota Johnson’ın ise sinema içindeki bir karakter oyunculuğunu kanıtlayacak bir rölde değildi yani sinemanın olması gerekeni yerine getirmişti. Ancak Penelope ve Harry’nin oyunculuk seçimi konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim Ralph Fiennes  ve Tilda Swinton  aynı şeyi düşünmeyecek kadar  iyi bir seçim olduğunu gözlemleyebilirsiniz. Senaryo, görsellik ve atmosfer keyifli bir film izledim demek için yeterli unsurları bir arada toplamış. Seçilen bölge ve mekanlar filmi oyunculukları bütünlüyor.

21 Haziran 2017 Çarşamba

Genç Werther'in Acıları- Opera Bale gösterisi

Merhaba
Bugün sizlerle Süreyya Operasının seçkilerinden birini paylaşacağım.
Genç Werther'in Acıları 



Gösteri Goethe, bu romanından operaya uyarlanmış bir eser.  Goethe nin eserinin Bu kadar güzelleştirilip baleye aktarılabileceğini bu kadar iyi uyarlanabileceğini hiç düşünemezdim. Gösterinin bütün ögeleri takdire şayandı. 
Fakat gösteride ayrı detaylar vardı ki hem hafızamda edindikleri yer hemde güzelliklerinden ayrıca bahsetmek istemekteyim. 
Bu gösteriyi  farklı kılan en önemli detaylardan biri de, hiç aralıksız, 90 dakika boyunca Chopin’i  yorumlayan Azeri sanatçı , Yelena Şekalyovadır. Balerin Baletlerin , bir adım geri gidip çok estetik bir şekilde dönmelerini çok beğendiğimi söylemeden geçemeyeceğim.Diyalog sahnelerinde balet ve balerinlerin fazla ön plana çıkmadan algıyı dağıtmamaları çok hoşuma gitti.Gösteride görsel öğeleri narin bedenler uyumundan bahsetmezsem haksızlık etmiş olurdum.Ayrıca, oyun içinde geçen balo sahnesinde tenörün okuduğu Arya da takdire şayandı. 


Eserle İlgili Kısı bir Bilgi: Konusu Eserin; Werther’in mektuplaştığı hayali arkadaşı Willhelm’in eliyle, mektuplar biçiminde anlatılır, Büyük kentin yarattığı ruhsal çöküntüden doğaya kaçarak Wahlheim’e yerleşen aydın bir gençtir Werther. Orada tanıştığı soylu bir ailenin güzel kızı Lotte’ye aşık olur. Lotte de kayıtsız değildir bu aşka ama Albert’le nişanlıdır ve verilen sözler, ahlaki değerler önemlidir. Lotte Albert ile evlenir. Werther ise bir aile dostu olarak yer alır yanlarında. Ne var ki aşk ve dostluk arasındaki sınır çizgisi zayıftır. Sınırı geçmekten korkan Lotte, bir daha görüşmemeleri gerektiğini bildirir genç adama. Werther’in bu acıya dayanması ise imkânsızdır. Lotte’ye bir mektup yazar; “Bak Lotte! bana ölümün sarhoşluğunu tarttıracak olan o soğuk ve korkunç kadehi elime alıyorum. Onu bana sen uzatıyorsun, ben de alırken hiç duraksamıyorum. Hayatımın bütün istekleri ve ümitleri yerine geldi. Ölümün çelikten kapısını vurmak öylesine titretici ve çetin ki” diyen Werther, “Silahlar dolu. Saat on ikiyi vuruyor. Alınyazısı bu, önüne geçilmez. Lotte! Elveda Lotte! Elveda” sözleriyle mektubuna ve yaşamına son verir. 



Goethe bu eseri yazdığında 25 yaşındaydı.Roman döneminin toplumsal yapısında o kadar etkili olmuştur ki. Romanın piyasaya çıkmasının ardından hem pek çok intihar vakası ile karşılaşılmış, o dönemde ruhsal olarak insanlardaki bu olumsuz değişimin yanı sıra Alman genç erkekleri  mavi ceket, sarı pantolonlara bürünmüştür.
Goethe nin “die leiden des jungen werthers” kitabından uyarlama bale gösterisi 18yy döneminin sahne sanatlarında vücud  bulmuş halidir. Gösteri bale ruhuyla tiyatro ruhunu aynı potada eriten farklı bir eserdi . Kadiköy Süreyya Operasında  geçtiğimiz Kasım ayında izlediğim bu eser  izlenmeye değer.

Çivisi Çıkmış Dünya / Amin Maalouf Le dérèglement du monde


“Zaman, müttefikimiz değil, bizim yargıcımız. Şu an zâten cezamızın erteleme sürecini yaşıyoruz.” Diye başlıyor kitabına Amin MAALOUF ve başlıyor tarihi olaylarla Dünya’nın çivisinin nasıl çıktığını anlatmaya….
Kitabın 1. Bölümü Aldatıcı Zaferlerde Berlin Duvarının yıkılmasıyla yeşeren umutlarımıza gönderme yapıyor. Ve daha sonra dünyanın coğrafyalarına göre mevcut durumu anlatıyor.
“Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla dünyada bir umut rüzgârı esmişti. Batı ile Sovyetler Birliği arasındaki gerginliğin sona ermesi,  yaklaşık kırk yıldır insanlığı tehdit eden bir nükleer felâket tehlikesini ortadan kaldırmıştı; inanıyorduk ki, bundan böyle demokrasi yavaş yavaş yaygınlaşacak, en sonunda da bütün dünyaya yayılacak;
Yerkürenin çeşitli ülkeleri arasındaki duvarlar kalkacak ve insanların, malların, imgelerin ve düşüncelerin dolaşımı engellerle karşılaşmaksızın gelişebilecek, böylece bir gelişme ve refah çağı başlayacaktı.”
Kitap tarafsız değil sağlam eleştiriler içeriyor. Bütün coğrafyalar bu eleştirilerden payını alıyor.
“Bugün Arap aleminde eleştirdiğim şey, ondaki mânevî bilincin eksikliği; Batı’da eleştirdiğim şeyse, mânevî bilincini bir egemenlik aracına dönüştürme eğilimidir. Bunlar çok ağır suçlamalar, üstelik bana iki kat daha fazla acı veriyor; ama bağıra bağıra geliyorum diyen gerilemenin kökenlerine karşı savaş açma iddiasındaki bir kitapta bunlara değinmeden edemem.”
Eleştiride bulunurken bir taraftan da insanlığı sorgulatan sorularda da bulunuyor.
“Peygamber’in şu sözü bilinir: “İnsanların en iyisi, insanlara en çok yararı dokunandır”; bugün bireylerin, liderlerin, halkların kendi içlerinde sorgulamaları gereken güçlü bir söz bu: Başkalarına ve kendimize ne getirmekteyiz? “İnsanlara nasıl yarar” sağlıyoruz? Dinde yeri olmayan aykırılıkların en büyüğü, intihara götüren umutsuzluktan başka kılavuzumuz var mı?”
Yazar tarafsız hiç değil endişeleri soruları eleştirileri ile konuşma havasında içini döküyor. Kaygılarını anlattığı satırlarda pek de haksız sayılmaz.
“Çin’deki, Hindistan’daki, Rusya’daki, Brezilya’daki orta sınıfların, bütün dünyada olduğu gibi, baş döndürücü bir biçimde büyümesi, dünyanın şu anki işleyişiyle pek de ayak uyduramayacağı bir gerçeklik. Yakında üç ya da dört milyar insan, kişi başına, Avrupalılar ya da Japonlar kadar-Amerikalılardan söz etmiyorum bile-tüketime başlarsa, doğal olarak hem ekolojik hem de ekonomik alanda büyük kargaşalar yaşanacaktır. Bunun uzak bir gelecek değil, çok yakın bir gelecek, hâttâ neredeyse şimdi olduğunu söylememe gerek var mı?”
Diğer taraftan ABD ve Irak arasındaki can alıcı noktalara değiniyor ve şu cümle ile açık dimağları düşünmeye sevk ediyor.
Çocuk kendisini evlât edinen bir anne ile üvey anne arasındaki farkı bilir. Halklar da kurtarıcılar ile işgalciler arasındaki farkı bilir.
Kitap çok sert ekleştiriler yapıyor.
“Batı’nın yüzyıllardan beri, dün olduğu gibi bugün de içinde bulunduğu dram, dünyayı uygarlaştırma arzusu ile ona egemen olma isteği-iki uzlaşmaz dilek-arasında sürekli bocalamasından kaynaklandı. Her yerde en soylu ilkeleri dile getirirken, o ilkeleri, ele geçirdiği topraklarda uygulamaktan titizlikle sakındı. Arap alemi bugün, elli yıl önce, yüzyıl önce, hâttâ bin yıl önce hoş gördüğü şeyleri hoş göremiyor.  Batı’daysa barbarlık hoşgörüsüzlükten ve karanlıkçılıktan kaynaklanmıyor; oradaki barbarlığın nedeni kibir ve duyarsızlık. Amerikan ordusu Antik Mezopotamya’da lale tarlasındaki suaygırı gibi yuvarlanıyor. Özgürlük, demokrasi, meşru müdafaa ve insan hakları adına, insanlar hırpalanıyor, dayak yiyor, öldürülüyor.  Terörizme karşı mücadele vermek isteniyordu ama terörizm hiç bu kadar azmamıştı”
Bugün insanlığın geldiği noktada,” Otuz yıl boyunca sürekli olarak savunulan inançlar şimdi artık sallantıda, her şey kökünden tartışılıyor; siyasal, toplumsal ya da ekonomik alanları derinlemesine etkileyecek ve kuşkusuz yalnızca bunlarla da kalmayacak bir durum bu. Gerçekten de büyük bir mali kriz, ona eşlik eden güven krizi, ona neden olan tutumlar, değerler ölçeğindeki dengesizlik, liderlerin, şirketlerin, kurumların ve onları denetledikleri varsayılanların mânevî inandırıcılıklarını yitirmesi, eleştirilmeden nasıl çözülebilir ki?” eleştiri yapmasının nedenini açıklıyor. Amin bu bölümü insanlığın  iktidar ve onun meşruiyeti sorunuyla nasıl karşı karşıya kaldığını özetliyor.

2. Bölüm Yoldan Çıkmış Meşruiyetler kısmında ise Gazi Mustafa Kemal Paşadan övgüyle bahsederken onun peşinden giden tarihsel kişiliklere de atıflarda bulunuyor.
3. Bölüm Hayali Gerçeklikler “Değerler” içi boşaltılmış bir sözcüktür ve değişkendir diye başlıyor.  Ve yine kendine öneri ile devam ediyor. “Ülkelerimizde, kentlerimizde, mahallelerimizde olduğu gibi bütün dünyada da iç barışı korumak istiyorsak, insanlar arasındaki çeşitliliğin, şiddete yol açan gerilimlerden çok, uyumlu bir birlikteliğe dönmesini arzuluyorsak, “ötekiler”i şöyle böyle, yüzeysel, üstünkörü biçimde değil, iyice, yakından, hâttâ özel yaşamlarına kadar tanımamız gerek. Bu da ancak onların kültürlerini öğrenerek olur. Öncelikle de edebiyatlarını. Bir halkın özel yaşamı, edebiyatıdır. İnsan edilgen kalarak propagandacıların kendisini yönetmesine izin verirse, siyasetçilerin
isteğine göre galeyana gelir ya da sakinleşirse, savaş maceralarına sürüklenmeye uysalca boyun eğerse, bütün haklara sâhip bir yurttaş, sorumlu bir seçmen olamaz.”  Bilginin ve bilgili olmanın önemine değinen bu bölümde, “Bilgisizlikle yetinmek, demokrasiyi yadsımaktır, onu bir hayalete
dönüştürmektir.” Yazar bu bölümde yine din ile ilgili atıflarda bulunurken diğer taraftan din ile bilgils konusunda öz eleştiri yapıyor ve kitabı okuyan okuyucun kayıtsız şartsız kitaba inanmasını değil sorgulamasını öğütlüyor. “Her zaman Müslümanlığın yakınlarında yaşadıysam da, İslam alemini çok iyi tanımıyorum, İslam bilimci hiç değilim. İslamiyet’in “asıl ne dediğini öğrenmek isteyenler, bana güvenmesin. Benden bütün dinlerin dirlik düzenliği öğütlediğini yazmamı beklemek de hata olur, ben şuna inanıyorum: Dinsel ya da dindışı bütün öğretiler dogmatizmin ve hoşgörüsüzlüğün tohumlarını taşırlar içlerinde; bâzı kişilerde bu tohumlar açığa çıkar, bazılarındaysa gizli kalır.”
Din olgusuna değinirken siyasetten de eksik kalmıyor ve Güncel siyasetin durumunu da şu satırlarında özetliyor,
“Kimlikler, ideolojilerin pabucunu dana attığından beri toplumlar, siyasal olaylara genelde
dinsel aidiyetleri uyarınca tepki verir oldular; Rusya yeniden açıkça Ortodoks oldu; Avrupa birliği
kendini üstü kapalı biçimde bir Hıristiyan uluslar topluluğu olarak görüyor; aynı savaş naraları
Müslüman ülkelerin tümünde de çınlıyor.”
Kitap sonlara doğru dünyanın neden çivisinin çıktığını daha da açıyor. 
Bugün tanık olduğumuz şey, farklı uygarlıkların alacakaranlığıdır, yoksa onların yükselişi ya da zaferi değil. Miatlarını doldurdular ve hepsini aşmanın vakti geldi artık; şimdi onların getirilerini zamana uyarlamalı, her birinin yararlarını bütün dünyaya yaymalı, olası zararlarını da ortadan kaldırmalı; yavaş yavaş temel değerlerin evrenselliği ve kültürel ifadelerin çeşitliliği gibi iki dokunulmaz ve birbirinden ayrılmaz ilkeyi temel alacak, ortak bir uygarlık kurabilmek için böylesi gerekiyor.
Son olarak önerisini getiriyor. Bu yüzyılda, geleceğe yönelik iki bakış açısından birini seçmemiz gerekecek.
Bunlardan ilki birbirleriyle savaşan, birbirlerinden nefret eden, ama küreselleşmenin etkisiyle, birbirlerini her gün aynı kültürel bulamaçla biraz daha besleyen küresel kabilelere bölünmüş bir insanlık düşüncesidir.
İkincisiyse, ortak yazgısının bilincinde olan ve bu yüzden aynı temel değerler çevresinde toplanmış, ama en çeşitli, en zengin kültürel ifadeleri her zamankinden de fazla geliştirmeyi sürdüren, bütün dillerini, sanatsal geleneklerini, tekniklerini, duyarlılığını, belleğini, bilgisini koruyan bir insanlık düşüncesidir.
Dolayısıyla, bir yanda, birbiriyle çatışma halindeki, ama kültürel açıdan birbirine öykünen ve birbirine benzeyen birçok “uygarlık”; öte yanda, sayısız çeşitliliğe açılan, tek bir insan uygarlığı.
Kitap son olarak küresel ısınmaya da değiniyor. Bir sosyal bilimci gözü ile yazılmış bir kaynak gibi okudum. Zaman zaman katıldım zaman zaman sorguladım. Kitap beni tatmin etti.  Son bölğmden kısa bir alıntı ile kapatmak istiyorum.
İnsanlara birlikte yaşamayı öğretmek asla bütünüyle kazanılmayan upuzun bir savaştır. Gün gelecek, Londra metrosunda, dünyanın en uygar polisinin, tek suçu esmer olmak olan genç bir Brezilyalı gezgini yere yatırıp kafasına yedi kurşun sıktığı günler gibi anacağız bu lanetli günleri de.
Medeniyetler çatışması, Erasmus ile İbn Sina’nın, içki ile başörtüsünün ya da kutsal metinlerin karşılıklı değerleri üstüne bir tartışma değildir; yabancı düşmanlığına, ayrımcılığa, etnik hakaretlere ve karşılıklı kıyımlara, yâni insan uygarlığının mânevî onurunu oluşturan her şeyin aşınmasına yol açan küresel bir sapkınlıktır.
Böylesi bir ortamın egemen olduğu dünyada, barbarlığa karşı savaş verdiklerini düşünenler
bile bir de bakarlar ki kendileri barbar olmuşlar. Terörist şiddet, antiterörist şiddeti doğurur, bu da hıncı besler, adam toplamaya bakan fanatiklerin işini kolaylaştırır ve gelecekteki saldırıları hazırlar.
Bu, ezelden beri süregelen yumurta-tavuk hikayesidir ve doğru yanıtı aramanın artık hiçbir anlamı yoktur; herkes kendi korkularına, önyargılarına, kökenlerine, belleğindeki yaralara göre yanıt verir bu soruya. Aslında bu kısırdöngüyü kırmak gerekir; ne var ki, çark işlemeye başladığında, işin içinden çıkmak güçleşir.
Öfkelerime ve kaygılarıma karşın, insanlık serüvenine hâlâ hayranım; canı gönülden seviyorum, kutlu sayıyorum ve meleklerin ya da hayvanların yaşamına hayatta değişmem onu.
Bizler Prometheus’un çocuklarıyız, yaratıyı devam ettiren emanetçileriz, evreni yeniden
biçimlendirme işine giriştik ve yukarıda yüce bir Yaradan varsa, onun öfkesini olduğu kadar, övüncünü de hak ediyoruz.

KAYNAKÇA
Çivisi Çıkmış Dünya / Amin Maalouf-Özgün adı: Le dérèglement du monde
Çeviren: Orçun Türkay/ Yapı Kredi Yayınları – 2914/Edebiyat – 874